Ayşe Gül Altınay Hikâyenin Her Hali'nin yeni programcılarından feminist sosyolog Meral Akkent ile kadın müzeleri, İstanbul Kadın Müzesi ve İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.
(13 Mayıs 2022 Cuma günü Açık Radyo’da Hikâyenin Her Hali programında yayınlanmıştır.)
Ayşe Gül Altınay: Evet, herkese merhaba, ben Ayşe Gül. Biraz önce dinlediğimiz çok etkileyici parçaya dair bilgileri birazdan sevgili Meral Akkent’ten alıyor olacağız. Hoş geldin sevgili Meral.
Meral Akkent: Merhabalar!
AGA: Bugün Meral’e çifte hoş geldin diyoruz, bu programda birlikte olacağımız için de ben çok mutluyum. Daha önce birkaç program yapmıştık Açık Radyo’da Meral Akkent’le birlikte ama bu çok özel bir program çünkü hem bugüne hoş geldin hem de Hikâyenin Her Hali’ne hoş geldin.
MA: Hoş bulduk!
AGA: Önümüzdeki dönemde, yani bu yayın dönemiyle birlikte Hikâyenin Her Hali’nin büyüyen, çeşitlenen programcı ekibinde Meral Akkent de yer alacak ve bundan çok büyük bir mutluluk ve çok büyük bir onur duyuyoruz. İlk önce şunu söyleyerek başlamak istiyorum; çok ağır bir gündemin içinden konuşuyoruz, içimizin yandığı bir dönem. Geçtiğimiz haftalarda Açık Radyo olarak Cem Madra’nın kaybı bizi çok derinden sarstı. Aynı zamanda hem Açık Radyo hem Hikâyenin Her Hali programı olarak, Hikâyenin Kadın Hali, bizi buraya getiren Hikâyenin Kadın Hali programının uzun yıllar programcısı olmuş sevgili dostumuz Çiğdem Mater’in şu anda Bakırköy cezaevinde olması içimizi yakıyor. Büyük bir şok, isyan ve hüzün duygusu hâkim benim içime açıkçası. Çiğdem ve diğer tüm arkadaşlarımızın yaşadıkları bu adaletsizlik karşısında çok üzgünüz. Bununla ilgili önümüzdeki haftalarda Çiğdem’e dair ve Çiğdem’le birlikte umuyorum programlar yapıyor olacağız. Şimdiden ona, Mücella Yapıcı’ya, Mine’ye ve diğer tüm arkadaşlarımıza çok sevgilerimizi iletmek istiyoruz. Bugün yeni yayın döneminde aynı zamanda yeni bir başlangıç da yapıyoruz. Aramıza yeni katılan sevgili Meral Akkent ile önümüzdeki aylarda ne tür programlar yapacağız onu konuşacağız. Açık Radyo dinleyicileri büyük olasılıkla tanıyorlardır Meral Akkent’i ama bugün daha derinden tanıma fırsatını bulacağız hep birlikte. Benim için Meral Akkent ilk olarak “1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakışından Kadınlar” kitabını derleyen sevgili Şirin Tekeli üzerinden tanıdığım, o kitabın ortaya çıkmasına vesile olan konferansı Almanya’da düzenlemiş gizemli feminist sosyologtu. İlk öyle tanıdım sevgili Meral Akkent’i. Ondan sonra bir müzenin kurulduğu haberini aldım, İstanbul Kadın Müzesi. Ve çok heyecan duydum bu haberden ve koşa koşa onun basın toplantısına gittim. Orada sevgili Meral Akkent’le yüz yüze tanışma fırsatım oldu. O gün bugündür de birlikte olağanüstü güzel işler yaptık, ortamlar paylaştık, hikayeler paylaştık. Sevgili Meral’den o kadar çok şey öğrendim ve birlikte bir şeyler yaratmaktan, yaratılan çok güzel şeylere alan açmaktan; sergiler, konferanslar, buluşmalar, toplantılar aracılığıyla çok büyük bir onur ve çok büyük bir mutluluk duydum. Şimdi de Hikâyenin Her Hali’nde bu birlikte yolculuğumuzu sürdürüyor olacağız. Sevgili Meral Akkent’le önümüzdeki aylarda düzenli olarak program yapıyor olacağız. Programda bazen İstanbul Kadın Müzesi’nden, İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’ne giden yolculuğunu, dünya kadın müzelerini ve genelde kadın tarihini, toplumsal cinsiyet tarihini birbirinden özel hikayelerle bizimle paylaşıyor olacak. Ben hepimiz adına, bütün Açık Radyo - Hikayenin Her Hali ekibi adına hoş geldin demek istiyorum ve yürekten teşekkürler aramıza katıldığın için.
MA: Çok teşekkürler Ayşe Gül’cüğüm. Cem Madra ve Çiğdem Mater hakkında söylediğin sözlere ben de katılıyorum, en iyi dileklerimi gönderiyorum Çiğdem Mater’e ve Cem Madra’yı daha çok güzel bir iz bırakarak, Açık Radyo’yu yaratarak, bizlere emanet ederek gittiği için sevgiyle anıyorum. Cem Madra’nın babası Ömer Madra’yla bir kahvaltı sofrasında “hadi radyo programı yapalım” demesini hiç unutmuyorum. Bu hikayeyi büyük bir heyecanla Ömer Madra’dan dinlemiştim. Dinlediğimiz ilk şarkı Kasia’dan bu konuyla ilgili, çünkü Kassia aslında bir hemşerimiz; 810-890 yılları arasında yaşamış, eserleri kendi adıyla günümüze ulaşmış dünyanın bilinen ilk kadın bestecisi. Kassia aynı zamanda şiirler de yazmış. Benim çok sevdiğim bir dizesi var “konuşmak gerektiğinde sessiz kalandan nefret ediyorum”. Kassia’nın bu söylediği tıpkı Cem Madra’nın babasına “hadi bir radyo yapalım, sesimizi duyuralım” demesiyle bence çok örtüşüyor. Bu nedenle ilk şarkımızı Kassia’dan dinledik.
AGA: Evet onunla birlikte sevgili Cem Madra’nın ruhu şad olsun ve yürekten teşekkürler bütün var ettikleri, dediğin gibi, geride bıraktığı birbirinden bereketli, güzel, sıcacık izler için onu hep sevgiyle anacağız. Bütün Madra ailesine tekrar baş sağlığı dileyelim hep birlikte. Kassia ile açmak gerçekten çok özel oldu. Ben Kassia’yı çok utanıyorum ama duymamıştım bile. Dünyada besteleri günümüze ulaşan ilk kadın bestekarlarından olduğunu, en eski kadın bestekarlarından olduğunu senin sayende öğrendik, Kadın Müzesi sayesinde öğrendim ve ne büyük bir acı; bu şehirde yaşayan, özellikle müzikle ilgilenen gençleri düşünüyorum, mesela özellikle kız çocuklarını, bilseler hani Kassia’nın izlerinde, ayak izlerinde müziğe devam ettiklerini bilseler kim bilir onları ne kadar güçlendirir Kassia’nın hikayesi. Ne yazık ki bu hikayelerden mahrum yaşıyoruz hep birlikte. Kassia’nın hikayesini sen nasıl keşfettin? Bu hikayelere ilgin nasıl şekillendi ve kadın müzeciliğine doğru nasıl evrildi ? Biraz oradan başlayalım mı?
MA: Başlayalım; ben 1973 yılında Almanya’ya gittim, Türkiye’de sosyoloji, sosyal antropoloji, etnoloji ve kütüphanecilik okumuştum. Almanya’da kültürlerarası karşılaştırmalı kadın günlük yaşamı konusunda araştırmalar yapıyordum. Bu çalışmalarımı daha fazla kişiye ulaştırmak ve daha okumayan ancak bakarak bazı konularda ya da önemli konularda bilgilenmek isteyen insanları da düşünerek sergiler, çalışmalarımla ilgili sergiler yapmaya başlamıştım. Bu çalışmaları da aslında tek başıma yapmıyordum, bir grup içindeydim, farklı ana dilleri olan -kendimizi öyle tanımlıyorduk, farklı ana dilleri olan- bir grubumuz vardı ve “Bir Dünyanın Kadınları” isminde de araştırma merkezimiz vardı.
AGA: Ne kadar güzel bir isim!
MA: Evet, “Bir Dünyanın Kadınları” derneğimizi 1984 yılında kültürlerarası kadın yaşamı konusunda araştırma yapmak için kurmuştuk. Bu yaptığımız araştırmaların sergileri gittikçe artmaya başladı. Bu sergilerin sayısı 15’e gelince sergileri yerleştirecek yer bulamadık. Yani sergileri geçici olarak gösteriyorduk, sonra süresi bittikten sonra evinde yer olan o serginin paketlerini alıp evinde depoluyordu, fakat hepimizin evleri dolmuştu. Aslında Almanya’da Bavyera’nın ilk kadın müzesi bir mecburiyetten doğmuştu. Bir müzemiz olursa…
AGA: Mecburiyetler diyelim.
MA: Evet, ama çok güzel; zaten kadın müzeleri de mecburiyetten doğmuştur, çünkü var olan müzelerde kadınların var olmadığını gördükleri için bunları alternatif mekanları olarak kurulmuşlardı. Biz de mecburiyetten bir kadın müzesi kurduk, Bavyera’nın ilk kadın müzesini. Orada hem o güne kadar yaptığımız sergileri hem de daha sonra yapılan sergilerimizi gösterdik. Kadın müzesi böyle başladı ve biz bu Almanya’daki müzemizde aslında kültürlerarası kadın günlük yaşamını karşılaştırmalı metotla inceleyen sergiler yapıyorduk. Almanya’da bu tür sergiler önemliydi, çünkü göçmen kadınlar olarak ön yargılarla bir şekilde mücadele etmemiz gerekiyordu. Bunun da bizim için en önemli aracı kültürlerarası karşılaştırmalı sergilerdi. Çok ilginçtir, 2010 yılında İzmir’de bir konferansta bu konuda sunum yaptığım zaman kültürlerarası karşılaştırmalı kadın günlük yaşamını hiç kimse ciddiye almamıştı, çok iyi hatırlıyorum. Aradan çok zaman geçti, şu anda kültürlerarası karşılaştırmalı araştırmalar özellikle… Yani o zaman kültürlerarası karşılaştırmalar şimdi kapsayıcı yöntemle, intersection diyoruz buna, adı değişti ama…
MA: Evet, kesişimsel metotlar, yöntemler. Şimdi adı değişti ama bizim kullandığımız yöntem kesişimsel metottu. Dolayısıyla çok önemliydi, yani kadın müzelerinin misyonuna çok önem veriliyordu, yaptıkları iş çok önemliydi, çünkü müzeler kimlik oluşturan kurumlar ve ciddiye alınan kurumlar. Fakat müzelerde aile tarihi, yani ülkelerin aile tarihi, gerçekleri yansıtmayan şekilde ve toplumsal cinsiyetin gerekli izleri takip edilmeden yapılıyor. Dolayısıyla tüm dünyadaki kadın müzeleri ortaya çıktığı zaman biraz da muhalefet mekânı olarak ortaya çıktılar. İşte ben de kadın müzesine, bu serüvene böylelikle katılmıştım oldum; Türkiye’de tanıtmak istedim kadın müzelerini ve Türkiye’de bu konuda çalışmalar, tanıtma çalışmaları yaparken İstanbul’da Kadın Müzesi ortaya çıktı. Daha sonra 10 yıllık bir İstanbul Kadın Müzesi serüveninden sonra daha genişletmek için bu çalışmaları, İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’ni bu serüvende benimle birlikte yol alan gönüllülerle, dostlarla ve arkadaşlarla kurduk. Şimdi İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’yle devam ediyoruz.
AGA: İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’ni konuşmak çok isterim ama onun da arkasında senin yıllardır emek verdiğin Dünya Kadın Müzeleri buluşmaları var, toplantıları var ve hatta örgütlenmeleri var. Nasıl bir tarihi var dünyada kadın müzelerinin?
MA: Dünyadaki kadın müzelerinin aslında, Şirin Tekeli’nin kavramını kullanırsak, çok mahcup bir tarihi var; kadın müzeleri aslında 1970’lerde -kadın müzelerinden büyük hamleleri diyorum ona- ortaya çıkıyor fakat kendilerine kadın müzesi adını vermiyorlar, çünkü müze çok ciddiye alınan, çok hürmet edilen, çok saygın bir kuruluş ve “kadın müzesiyiz biz” lafını kullanamıyorlar. Ancak işte ana mekanlar olarak 1970’lerde Amerika’da, Avustralya’da ortaya çıkıyorlar ve yöresel kadın tarihini bir şekilde anlatmak ihtiyacını hissediyorlar, çünkü 1970’lerde kadın araştırmaları ortaya çıktığı zaman feminist araştırmalar, feminist yöntemler ortaya çıktığı zaman, bu kadın tarihçileri de çok etkiliyor. Dolayısıyla kendi bölgelerindeki müzelere ya da anı evlerine dikkatle bakıyorlar. Orada sadece erkek isimlerinin olduğunu görünce bunu değiştirmek ihtiyacı hissederek kadın anı evleri kuruyorlar. “Kadın müzesi” ismini ilk kez 1981 yılında Bonn’da, Bonn Kadın Müzesi (Frau Museum) kullanıyor ve kendine “Bonn Kadın Müzesi” bile diyemiyor, sadece “Frau Museum” (Kadın Müzesi) diyorlar. Bu büyük bir cesaret aslında, çünkü “müze” lafını, sözcüğünü kullanmak müze dünyasına ilk kez büyük bir meydan okuma ve bu meydan okuma günümüze kadar aynı şekilde meydan okuyarak devam ediyor. Halen kadın müzeleri ciddiye alınmıyor, halen kadın müzeleri hakkında esprili, iğneleyici sözlerle konuşuluyor. “Kadın müzesinde kadınlar mı sergileniyor? Kadın müzesinde ne sergileniyor? Neden gerek var?” gibi sözler var. Dünyada şu anda 90 küsur kadın müzesi var. Hepsi büyük bir özveriyle, büyük bir ciddiyetle çalışmalarını sürdürüyor. Bunların çok azı devletler, belediyeler tarafından kurulmuş; birçoğu, %90’ı özel bileşimler, gönüllüler tarafından kuruldu ve bu müzeler birer muhalefet mekanı olma, herkesi esinlendirme görevini büyük bir ciddiyetle sürdürüyor. İstanbul Kadın Müzesi de böyle bir misyonla yola çıkmıştı; kapsayıcı yöntemle, kent kadın tarihini yazmak istemişti.
AGA: Ve Türkiye’nin ilk kadın müzesi değil mi İstanbul Kadın Müzesi?
MA: Evet, Türkiye’nin ilk kadın müzesiydi İstanbul Kadın Müzesi ve ondan sonra gerçekten de esinlendirme görevini çok iyi yaptı. İzmir’de ikinci olarak kadın müzesi kuruldu, arkasından Mersin’de Kadın ve Göç Müzesi kuruldu. Daha sonra dördüncü müze olarak Antalya’da Antalya Kadın Müzesi kuruldu. Aslında birçok da girişim, kadın müzesi girişimleri başladı, kadın müzesi girişimi oluştu İzmir’de. Çünkü İzmir’deki kadın müzesi İzmir Belediyesinin, Konak Belediyesinin kurduğu bir müzeydi. Bu konseptle çalışmak istemeyen başka feminist gruplar kendi kadın müzelerini kurmak istediler. Diyarbakır’da bir kadın müzesi girişimi vardı. Yani bütün bunlar İstanbul Kadın Müzesi’nin esinlendirdiği girişimler oldu.
AGA: Evet, ne kadar bereketli bir başlangıç oldu aslında. Şimdi de bundan İstanbul’da Ulusal Cinsiyet Müzesi doğdu. Aslında kadın tarihine baktığımızda, yani daha doğrusu “kadınlar nerede?” sorusunu sorarak tarihe baktığımızda görüyoruz ki “kadınlar nerede?” sorusunu sorduğumuzda bazen bütün çerçevelerimizi yıkan, tarihi sil baştan yaratılmasını gerektiren cevaplar bulabiliyoruz. Buna benim kendi alanımdan verdiğim en çarpıcı örneklerden bir tanesi antropoloji alanından, ortak alanımızdan diyeyim. Aynı zamanda 1960’ların sonuna, 1970’lerin başına kadar insanlık tarihinin en uzun dönemi avcı dönem olarak, avcı toplum olarak, sonra işte tarım toplumu, sonra endüstriyel toplum; yani tarım toplumu 10 bin yıl, endüstriyel toplum 200-250 yıl, ondan önceki dönem en az 250 bin yıl… Bazı tanımlara göre atalarımız çok daha uzun süren bir dönem boyunca avcı ve toplayıcı toplumlarda yaşamışlar, avcılık ve toplayıcılıkla günlerini idame etmişler. Ama onun toplayıcılık kısmı yakın döneme kadar yok, bunlar avcı toplumlar olarak biliniyorlar. İşte Harvard Üniversitesinden çıkan bir kitap var, 1960’ların sonunda avcı toplum, hatta “man hunter” yani “man” orada ‘human’ın karşılığı, yani insanoğlu gibi. İnsanın karşılığı erkek olarak doğrudan kullanılıyor. Ne zaman ki “peki kadınlar nerede bu toplumlarda?”, bu soru sorulmaya başlanıyor, feminist tarihçiler ve antropologlar, arkeologlar sayesinde fark ediyorlar ki bu toplumların besinlerinin %70-90’ı nerede yaşadıklarına bağlı olarak toplayıcılıktan geliyor. Yani bu toplumlar daha çok toplayıcı aslında. Toplayıcılar kendilerini daha fazla besliyorlar ve idame ettiriyorlar. Dolayısıyla insanlık tarihinin en uzun döneminin en uzun eylemine, etkinliğine kendi cinsiyetçiliğimizden dolayı, kadınların emeğini önemsememek, kadınların katkılarını önemsememekten dolayı kör kalmışız ve ne zaman ki “kadınlar nerede?” sorusunu sormuşuz, bütün insanlık tarihinin tanımlaması değişmiş. Bu en uzun dönem artık avcı toplayıcı toplum olarak tanımlanıyor. Yakın dönemde çok ilginç bir araştırma ortaya çıktı; Kuzey ve Güney Amerika’da, Güney Amerika’da bir şey buluyorlar, bir mezar ve o mezar da av aletleriyle, böyle büyük baş hayvan avlayan birisinin mezarı, o aletleriyle birlikte gömülmüş. Bunun bir erkek bedeni olduğunu varsayıyorlar ama sonra DNA testi farklı bir şey gösteriyor; eskiden olsa muhtemelen bu bilgiyi bir kenara koyacaklar, hani “istisna” diyecekler, her nasıl açıklayacaklarsa açıklayacaklar ama artık bir merak oluştuğu için bu ekip demiş ki “bir saniye, acaba böyle başka mezarlar var mı? Elimizdeki bilgiler bize ne gösteriyor?” Bir bakıyorlar elimizdeki veriler bugüne kadar ortaya çıkan mezarların, avcı mezarlarının, avcı aletleriyle gömülmüş insanların mezarlarının %30-50’si kadınların. Kuzey ve Güney Amerika’daki veriler bunlar. Dolayısıyla, aslında o kategori bile “erkekler avcıdır, kadınlar toplayıcıdır”, onun bile ne kadar basitleştirilmiş olduğunu görüyoruz. Bütün o toplumsal cinsiyet algısını, ikili cinsiyet sistemini sorgulamamız gerektiği, onun ne kadar dar bir çerçeve sunduğu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla şimdi senin yeni kurulmasına önayak olduğun Toplumsal Cinsiyet Müzesi’nin toplumsal cinsiyet odağı bu açıdan bence çok kıymetli, çünkü kadını da varsaymıyor; herhangi bir kategoriyi varsaymayıp onun çok ötesinde hayatın her alanı nasıl cinsiyetlendiriliyor ve nasıl o cinsiyetlendirilme ötesine geçebiliriz, ona dair bir davet sunuyor bize. Bunu biraz daha konuşalım ve toplumsal cinsiyet bize neler yapacak, senden onun bir ilk şeylerini duyalım istiyorum programın kalanında. Tabii daha çok örneklerini dinliyor olacağız… İstersen bir müzik arası verelim önce. Kasia ile başlamıştık kiminle devam ediyoruz?
MA: Evet, ikinci parçamız Rebecca Solnit’in bir özgürleşme tanımı var, o tanımla çok yakından ilgili, çünkü Rebecca Solnit şöyle diyor:
Özgürleşme bir kez şişeden çıktıktan sonra tekrar şişeye sokulamayan bir cindir. Cin büyük büyük büyük annelerimiz sayesinde artık bir kere şişeden çıktı.
Dolayısıyla biz de sabırla yaratıcılıklarını sürdüren tüm feminist, aktivistler için bir şarkı çalıyoruz. Şarkılarımın kadın gözüyle olduğunu söylüyorlar, peki ben erkek gözüyle mi yazayım?” diyen, Türkiye’nin ilk feminist punk şarkıcısı Aylin Aslım’dan “Gulyabani”.
AGA: Evet, şimdi Aylin Aslım’dan benim de çok sevdiğim “Gulyabani” parçasını dinleyeceğiz. Sonrasında da Meral Akkent’le sohbetimize devam edeceğiz.
Evet, tekrar merhaba herkese, ben Ayşegül, bugün sevgili Meral Akkent’le sohbet ediyoruz. Meral Akkent, Hikâyenin Her Hali programına programcı olarak katıldı bu dönem ve çok mutluyuz bunun için. Biraz önce İstanbul Kadın Müzesi, dünya kadın müzelerinden çıktı, İstanbul Kadın Müzesi nasıl çıktı, nasıl gelişti, onu konuştuk ve en son Meral Akkent’in geçtiğimiz aylarda kurucularından olduğu, benim de parçası olmaktan büyük mutluluk duyduğum -en azından uzaktan elverdiğim diyeyim- İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’ni biraz konuşalım istiyorum. Nasıl oldu İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi ve ismi neden “Toplumsal Cinsiyet Müzesi”?
MA: Evet, aslında kadın müzeleri var olan müzelere birer alternatif olmak, mekan olmak için kurulmuşlardı. Fakat geçen zaman içinde yani 1980’lerden bu yana kadın müzeleri de bir değişim içinde; yani değişen toplumla, toplumdaki değişen tartışmalarla birlikte kadın müzeleri de değişiyor. Çünkü kadın müzeleri kendilerini devamlı yenileyen kurumlar. İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi de bu yenilenme ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Gene aynı yöntemler, gene amaçlar doğrultusunda çalışacağız; örneğin İstanbul Kadın Müzesi’nde gündem belirleme amacımız vardı ama İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’nde de gündem belirleyeceğiz. Çünkü biz reaksiyon değil aksiyon almak istiyoruz, yani gündemin bizi sürüklemesini, gündemdeki konuların bizi sürüklemesine müsaade etmiyoruz. Enerjimizi kendi gündemimizi, önemli bulduğumuz gündemi belirlemek için kullanmak istiyoruz. Dolayısıyla İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi gündem belirleyecek, konularını tespit edecek ve gündemi belirleyecek. Bu önemli vasfı İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’nin -bu İstanbul Kadın Müzesi’nin de önemli bir vasfıydı- kapsayıcı olması. Kapsayıcılık çok önemli çünkü her zaman unutuyoruz kapsayıcı olmayı. Her ne kadar bu konuda düşünsek de, çalışsak da kendimizi her zaman kontrol etmeye çalışsak da kapsayıcı olmak kolay iş değil. Çünkü doğuştan olduğumuz, içinde bulunduğumuz yaşa gelinceye kadar kapsayıcı olmayan toplumda yaşadık, kapsayıcı olmayan eğitim sisteminden geçtik, kapsayıcı olmayan müzeleri ziyarete gittik, kapsayıcı olmayan televizyon programlarının, kültür yaşamının içinden geçtik. Dolayısıyla bu kapsayıcılığı önce kendimiz, sonra da yaptığımız çalışmalara yansıtmak istiyoruz. Tüm bunların sonucu olarak da bu önem verdiğimiz konularda diyalog alanları açmak istiyoruz. Özellikle de genç insanlara görev alanları açmak istiyoruz. Ve aynı şekilde de uluslararası diyaloglar bulmak istiyoruz, çünkü İstanbul Kadın Müzesi’nde de aynı amacımız vardı, hem yerel hem de uluslararası diyaloglar kurmak istiyorduk, çünkü kadın müzeleri her ne kadar muhalefet mekanı olarak ortaya çıktılarsa da birçok kadın müzesi kapsayıcı değil. İstanbul Kadın Müzesi kapsayıcı amacını diğer kadın müzeleriyle de paylaşarak bunu çoğaltmak istiyordu, bu konuda tartışma alanları açmak istiyordu. İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’nde de aynı şekilde diyalog alanları açmak istiyoruz ve buna ihtiyacımız var, çünkü hep birlikte kendi konseptimizi geliştireceğiz, hep birlikte yol alacağız, hem Türkiye’deki bu konuda çalışan hem de uluslararası alanda. Kapsayıcılık derken ana diller, etnik gruplar, toplumsal sınıflar, Kürtler, arka planlar, cinsel yönelimler, engellilik, dini aidiyetler, yaş gibi faktörlerden bahsediyoruz. Bu konularda uygulama örnekleri veririz; örneğin bir ufak, minicik bir örnek verirsem, ilerideki projelerimizden bir tanesi bitkiler ve hayvanlar alanında farklı cinsel fonksiyonları yerine getiren hangi canlılar var, onları araştıracağız biyologlarla ve bir sergi hazırlayacağız. Örneğin balıklar var popülasyona bakıyor, “a şu anda benim olduğum balığın cinsiyetinde dişi cinsiyetler çok fazla, demek ki erkek cinsiyete ihtiyaç var” deyip cinsiyetini değiştiriyor ya da bazı balıklar önce kendi kendini döllüyor, sonra o yumurtasını taşıyor, sonra o yumurtasını doğuruyor, ondan sonra birdenbire “ben şu anda popülasyondaki neslimin tükenmekte olduğunu fark ettim” diye cinsiyetini değiştiriyor ya da kaktüslerde çeşitli cinsiyetleri olan kaktüsler var... Dolayısıyla bu ikili cinsiyeti tanrının bir kuralı olarak gören ve bu kuralla hem kendine hem başkalarına büyük ıstıraplar yaşatan insanlara biraz nefes alma alanı sağlayacağız. Yani tanrının ikili cinsiyetten çok daha fazla şeyler yarattığını bu sergi ile göstermek istiyoruz. Bu konuda yapılan çok güzel çalışmalar var ve bunu sergileştirmek istiyoruz.
AGA: Bugüne kadar yaşamın olağanüstü çeşitliliğini, gerçekten olağanüstü çeşitliliğini ve yaratıcılığını hep açığa çıkaran çalışmalar yaptınız, bir kısmını birlikte yaptık. Ben mesela en son şeyi hatırlıyorum Feminist Pedagoji Konferansı’nı, 2018’de birlikte organize etmiştik SU-GENDER, ve Kadın Müzesi işbirliğinde. Asya ve Avrupa’daki kadın müzelerini aynı zamanda bir araya getiren ilk konferanstı ve arka planda uluslararası kadın müzeleri alanında bir toplantısı oluyordu. Feminist pedagojinin kendisi tam da bu anlattığın şeyin altını o kadar güzel dolduruyor ki yani feminist pedagoji her türlü varoluşun kendini ifade edebilmesi için alan açmak. Bizim önden tanımladığımız bir grubun değil, gerçekten herkesin kendini özgürce var ettiği, bilgiyi de ifade ettiği yaratıcı bir alan açmak ve o konferansta da bunu görmüştük. O kadar büyük bir enerji yükselmişti ki, hani o 100, bazen 150 kişi içerisinde bunu, katılımcı yöntemleri ve herkese o nefes alma ve kendini yaratıcı bir şekilde ifade etme alanını açmak çok kalabalık gruplarda da mümkün, illa küçük gruplarda da değil. Bunu yaptığımızda olağanüstü bir enerji yükseliyor. İnsanlar konferansın sonunda yorgun değil, enerjik oluyor, yeni bir şeyler yapmak istiyor, hayal gücü genişlemiş oluyor ve birbirini bulmuş oluyor. Ben şahsen çok büyük bir heyecan duyuyorum Toplumsal Cinsiyet Müzesi’nin yapacaklarından. Biraz ona giden yolda “Konuşma Zamanı” diye bir sergi çıkmıştı, onu da bir türlü konuşma fırsatımız olmadı. Ondan da bahsetmek ister misin biraz?
MA: Tabii bu ‘Konuşma Zamanı Sergisi’nde feminist pedagoji yöntemleri kullanıldı. Yani feminist pedagojinin en önemli özelliği katılımcı olması ve katılımcılığı teşvik etmesi ve onu hayata geçirmesi. “Konuşma Zamanı” sergisinde, projesinde çok büyük bir katılımcılık vardı, çünkü Türkiye’deki feminist sloganların amatör ya da profesyonel sanatçılar tarafından -açık çağrıyla davet edilen sanatçılar- kendi sanatsal yöntemleriyle yorumlanmasını amaçlıyordu bu proje. Aynı zamanda da açık çağrıya da cevap veren kişilerin son derece geniş bir yelpazeyi temsil etmesine özel önem verdik hem ana dilleri açısından hem bölgeler açısından hem yaş açısından. Örneğin en genç sanatçımız 14, en büyük sanatçımız 72 yaşındaydı. Engellilik, cinsel yönelim, bunların hepsi bu projede büyük bir ciddiyetle ana dilleriyle dikkate alındı ve kendi proje grubunda da büyük tartışmalara sebep oldu, çünkü biz bile bu kapsayıcı yöntemle sergiyi bu projeyi yürütmek istediğimizi unutuyorduk ama çok önemliydi. Kota koymak; burada da kota koyduk, yani tüm katılımcıların ana dilinin Türkçe olmamasına çok dikkat ettik, tüm katılımcıların belli yörelerden olmamasına dikkat ettik, tüm katılımcıların belli yaş grubundan olmamasına, tüm katılımcıların profesyonel sanatçı olmamasına, herkese şans vermek için.
AGA: Şu anda bizi dinlerken web sitesine bakmak isteyenler olursa diye söyleyelim istersen serginin konusmazamani.com diye çok etkileyici bir web sitesi var. “Kenti kadın+’ların sözü ve sanatıyla donatmak” alt başlığıyla, içinde bu çerçevede üretilen, çok farklı dillerde üretilen sloganlar eşliğinde üretilen işlere, sanat işlerine bakabilirsiniz. Gerçekten her biri birbirinden etkileyici.
MA: Evet, bu sitede aynı zamanda hem sergiyi inceleyebilirler hem de isterlerse serginin kitabını PDF belge olarak indirebilirler. Bu sergide ayrıca üç tane çok önemli makale var; serginin içeriğini, anlamını, feminist aktivizmin sanatla olan ilişkisini inceleyen makaleler var. Onlara da göz atmalarını çok önermek istiyorum.
AGA: Nasıl gelişti peki bu sergi ve buradan Toplumsal Cinsiyet Müzesi’ne giden yol nasıl şekillendi?
MA: Bu sergiye aslında İstanbul Kadın Müzesi’yle başlamıştık, fakat bu serginin en önemli özelliği feminist sloganların sadece Türkçe olarak değil aynı zamanda Türkiye’de konuşulan ana dillerinden birinin eşliğinde gösterilmesi planlanmıştı. Çünkü Türkiye’de 30’dan fazla anadili konuşuluyor. Biz açık çağrıyı yaptığımızda katılmak isteyen sanatçılar örneğin bu ana dilleri konusunda ilk başta son derece bilinçli değillerdi. Birçoğu İngilizceyi ikinci dil olarak kullanmak istemişti, bazıları Japonca kullanmak istemişti. Onlara Türkiye’de konuşulan ana dillerini listeleyen Wikipedia sayfasını gösterdik, Türkiye’deki ana dillerine katılanlar en başta Türkiye’deki ana dillerini gördüler ve hangi ana dili kullanmak istiyorlarsa kendileri seçtiler. Hatta bazıları kendilerinin ana dili Kürtçe olduğu halde kullanmak akıllarına bile gelmemişti. O yüzden kendi ana dilini kullanma fırsatı buldular.
AGA: Hem bir feminist slogan seçtiler sizin sunduğunuz -galiba- hem de onun farklı dillerdeki tercümesini. Mesela Süryanice “kadın”, “yaşam”, “özgürlük” gibi.
MA: Evet, biz bir feminist slogan havuzu oluşturduk, o feminist sloganlar havuzu İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili, kadına karşı şiddetle ilgili, çevre ile ilgili, iklim kriziyle ilgili ya da “beyaz atlı prens gelme” gibi çok eğlenceli sloganlar vardı ve burada aşağı yukarı 130 slogandan oluşan bir slogan havuzu seçtik. Ondan sonra açık çağrı yaptık, açık çağrıya 300’ün üstünde başvuru geldi, biz onlardan kapsayıcı kotalara uygun şekilde bir seçme yaptık. Ondan sonra bir ana dili, kendi tercih ettiği ikinci bir ana dilini, Türkiye’de konuşulan ikinci ana dilini seçmesini önerdik.
AGA: Çok pardon! Bu sloganlar içerisinde “asla yalnız yürümeyeceksin” çok seçilmiş galiba. Yani o mu en çok seçilen? “Kadın dayanışması” ve “asla yalnız yürümeyeceksin” en çok karşılaştığım slogan oldu.
MA: Çok doğru, çok doğru, çünkü kadınları birleştiren çok özel iki slogandı “asla yalnız yürümeyeceksin”. Feminist hareketin kadınları birleştirici bir fonksiyonu var ve sadece feminist hareket değil, feminist hareketin yarattığı sloganların da birleştirici gücü var. Bu serginin amacı sadece feminist sloganların sergilenmesi değildi, feminist sloganların aynı şekilde arşivlenmesiydi. Çünkü feminist sloganlarla belki 10 sene sonra gene bir sergi yapacağız, o zaman gündemi belirleyen sloganları fark ediyoruz, ama şu andaki gündemi belirleyen sloganları da mutlaka arşivlememiz gerekiyor. Onlarla bir şekilde daha yakın ilişki kurmamız gerekiyordu. İşte o sanat eserlerini oluşturma da daha yakın ilişki kurmamıza sebep oluyordu. Çünkü belki tüm kadınlar feminist aksiyonlara, feminist protesto yürüyüşlerine, gece yürüyüşlerine katılmıyorlar. Bizim birçok projemize katılan kadın ilk kez bu feminist sloganlarla karşılaştılar ve o kadar mutlu oldular ki, birkaç tane feminist slogan seçip birkaç tane sanat eseri yaratmak istediler. Çok zor oldu onlar için karar vermek. Aslında anlatacak çok şey var ama kısaca senin soruna dönmek istiyorum; bu sürece kadar, yani ikinci ana dil konusuna kadar biz "İstanbul Kadın Müzesi’yle birlikte yürümüştük. Fakat İstanbul Kadın Müzesi’nin bir taşıyıcı vakfı var; taşıyıcı vakıf çok büyük endişe içine düştü ikinci ana dili konusunda. Çünkü biz ikinci ana dilini sadece sergi değil, tüm Türkiye’de billboard aksiyonunda da planlamıştık. Bu yapılan sanat eserleri, seçilen ana diller ve seçilen feminist sloganlar gösterilecek bu billboard’larda. Vakıf, İstanbul Kadın Müzesi’ni taşıyan vakıf bu konuda çok endişeye düştü, yargılanmaktan çekindi ve bu projeyi yapmamıza engel olmak istedi. Açıkçası sansür uygulanması söz konusu oldu. Ne ben ne de İstanbul Kadın Müzesi’nin tüm gönüllüleri bunu kabul ettik ve hep birlikte İstanbul Kadın Müzesi’nden ayrıldık. İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’ni kurduk ve projeyi İstanbul Toplumsal Cinsiyet olarak bitirdik, billboard aksiyonlarını yaptık. Tüm Türkiye’de billboard’lar gösterildi, hattabazı belediyeler, örneğin Diyarbakır’dan “keşke 12 tane billboard’umuz olmasaydı, daha fazla billboard’umuz olsaydı, daha fazla slogan gösterebilseydik” diye dönüşler aldık. Sanatçılar çok mutlu oldular, çünkü ikinci ana dili olarak Ermenice’yi seçen bir sanatçı “eğer benim posterimi sadece bir kişi bile, ana dili Ermenice olan bir kişi bile okusa ve mutlu olsa yaptığım çalışmaya değdi derim” dedi. Yani herkes aslında kendisi için bir kazanç olarak gördü projenin konseptini.
AGA: Şimdi seni dinlerken baktığım eserlerden bir tanesi Süryanice yapılmış “dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa” sloganı eşliğinde, Sema Tahincioğlu’nun eseri. Çok etkileyici ve Süryanice harflerle yazılar da var bu eserin içerisinde. Bizi parçası olduğumuz bu olağanüstü zenginlikle ve tabii ki onun yansıyamamasından yaşadığımız kayıplarla, acılarla tanıştıran, bir yandan da “buna mahkum değiliz”, hani “başka bir Türkiye mümkün”, “başka bir dünya mümkün” diyen ve “bu dünya gerçekten yerinden oynar kadınlar özgür olsa” diyen... Ben şey diye anlatıyorum, “yerinden oynar ve yerine oturur”, yani olması gereken yere. Herkesin, yani yaşamın çoğalacağı, çok daha özgürleştirici, besleyici, bereketli bir yere oturur. Bunu bana düşündürüyor bu slogan ve bu sergide olağanüstü yaratıcı eserleriyle tam da bunu düşündürdü. ‘Asla yalnız yürümeyeceğiz’in de çok güzel bir ifadesi. Bütün dillerimizle, bütün o varoluşumuzla birlikte yürüdüğümüzü dünya ne kadar daha güzel, ne kadar daha sahici, ne kadar daha besleyici, ne kadar daha adil… Aynı zamanda bunu bize gösterdiği için “Konuşma Zamanı” sergisine ve yıllardır hem kadın, İstanbul Kadın Müzesi hem de şimdi Ulusal Cinsiyet Müzesi’nde yaptığın bütün çalışmaların için yürekten teşekkürler sevgili Meral. Zamanımız doldu ne yazık ki, ama ne güzel ki önümüzdeki haftalarda dinleyicilerimiz seni uzun uzun dinleme fırsatına sahip olacak. İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi ve dünyada, Türkiye’de kadın tarihi üzerine, ulusal cinsiyet tarihi üzerine Burcu Yılmaz’la birlikte arada sohbet ediyor olacaksınız. Eminim birbirinden heyecan verici programlar yapıyor olacaksınız. Tekrar Açık Radyo adına, Hikâyenin Her Hali adına hoş geldin ve çok teşekkürler demek istiyorum.
MA: Çok teşekkürler. Açık Radyo ailesine katıldığım için ben de çok mutluyum.
AGA: Bugün ne yazık ki zamanımız doldu ama bir parçayla çıkacağız, onu istersen tanıtalım.
MA: Bugün son parçamız bir kutlama şarkısı, Mahmure Suat hanımdan. Ne yazık ki ölüm ve doğum tarihi belli değil ama bu şarkısının kaydının 1928’de yapıldığını biliyoruz. Şarkının ismi “Prozit” ilk programım olduğu için bu kutlama şarkısıyla çıkıyoruz.
AGA: Harika! O zaman sevgili Meral Akkent’in Hikâyenin Her Hali ekibine katılmasını hep birlikte kutlayalım ve baharın da şu anda çeşitli renklerle yaşamı kutlamasına hep birlikte eşlik edelim. Bütün yaşadığımız acılar ve kayıpları da yüreğimizde taşıyarak ve hepsine sevgilerimizi göndererek. Herkese iyi haftalar!